Yok olmak Yerine Hiç Olmayı Tercih Etmek- İntihara Bir Övgü

Yok olmak Yerine Hiç Olmayı Tercih Etmek- İntihara Bir Övgü

“Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar.Yaşamın yaşanmaya değip değmediğini düşünmek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır. Dünyanın üç boyutlu olması, zihnin dokuz ya da on iki kategorisi olması gibi sorunlar sonra gelir. Bunların hiç önemi yok.Yanıtlamak gerek önce. Nietzsche’nin de söylediği gibi,bir filozof saygıdeğer olabilmek için özüyle sözü bir olmak zorundaysa, bu durumda yanıtın önemi ortaya çıkar, çünkü yanıt kesin davranışı önceler. Bunlar yürekte kendini gösteren apaçıklıklardır, ama onları zihinde aydınlık kılabilmek için derinleştirmek gerekir.” A. CAMUS

 

İntihar üzerine pek çok şey yazılmasından öte pek çok kişisel tarih yazımına da denk gelmiş olmanız olasıdır. Hayatın anlamsızlığı, varoluşsal bunalımlar, hayatın dışında kalma veya duygular ayaklanması gibi pek çok sebebin yanısıra  bileklerini kesenler, ilaç kullananlar, yüksekten atlamalar veya şakağa silah dayayıp basit bir mekanizmayı harekete geçirmek için tetiğe yapılan yumuşak bir dokunuş bir çözüm biçimi halinde insanların çaresi haline gelmiş varlıktan hiçliğe bir sıçrama biçimi olmuştur. Meselenin özeti olarak hayatta bir şey olmak veya bir hiç olmak ölüm biçiminin iradi mi yoksa doğal akış mı olacağının pek çok kez belirlemiştir.

Hayatın Akışına Bir Katılış Biçimi Olarak: Üreten Birey veya Saygınlığın Ekonomik Altyapısı

İnsan; varoluşunda pek çok acizlik barındıran korkak bir tür olarak tarih boyunca düşünebilme yetisi(laneti) vesilesi ile pek çok kurum ve ilişki biçimi varedebilip kendi Oidipuscu güvenli alanını yaratma gayretinde hayatını sürekli kılmıştır. Her yaratılan ilişki biçimi veya kurum bir süre sonra varoluşunun kıymetli bir parçası veya etinin bir uzvu gibi korunmak zaruriliği le ayakta tutulmaya çalışılmıştır; hayatı kolaylaştırmak için yaratılan bu araçlar ayakta tutulması için hayatların heba edildiği bir kutsal görev haline dönüşmüştür. Yani kolay bir sosyal denklem olarak insanların kendi yaratımlarının koruyucu köleleri olarak soyut kavramlara hizmet etme eğilimlerinin bir not tutuşu olarak derlediğimiz tüm yazın ve sözlü anlatılar “tarih” dediğimiz yapıyı inşa etmiştir diyebiliriz.

Belirttiklerimizden hareket edersek ekonomik hayatın psikoloji, saygınlık, inandırıcılık gibi insan üzerindeki etkilerinden tutun gezegenin geleceğine kadar pek çok mikro ve makro meseleyi yönlendirdiği çağımızın tarihini not altına alacaksak burada insanın yaratığı ekonomik illişkilerin nasıl kölesi olduğundan bahsetmek gerekiyor. Albert Camus’un “Bir ülkenin nasıl olduğunu merak ediyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” iddiasını tırmandırarak “Bir çağın kölelerinin soyut efendisini merak ediyorsanız, o çağda insanların neden intihar ettiğine bakın” demek sağlıklı bir tarihyazıcılığı için bence en sağlıklı referanstır. İşte tam da o üçüncü sayfa haberlerindeki geçim sıkıntısı, ekonomik bunalım, haciz, işsizlik gibi etkenlerle kendi hayatlarına son verip dünya düzenine gol atan o kahramanlardan bahsediyorum.

Aile gibi temel kurumlardan kişisel tercihlere dayanan “çevre çeper” ilişkilere kadar kazandığınız saygınlığın derinliğinde varolan temel dinamik sizin hayattaki gücünüzden, İngilizlerin “title” dediği şu ünvan meselenizden geliyor. Kamusal hayata ömrünüzü ne kadar heba edebilmeyi başarmış ve bundan ötürü ne denli kamusal bir ünvanınız varsa ailede de, çevre çeper ilişkileri içinde de o denli saygınlık sahibisinizdir. Yani ne denli soyutlara köle olabilmişseniz varlığınız da o kadar “para” ediyor. Burada mecaz yok, tam olarak da “para” ediyor. İş bu soyutlara hizmet etmemeye gelince de insan o denli değersiz bir hale dönüşüyor ya da kişiye değersiz olduğu en kutsal kurum yapılarından en temel çevre çepere kadar  bir harp halinde ikna sürecine başlanıyor. Yani köleliğe övgü veya köle dışı ilişkilerin hayatın dışına sürüklenmesi yaşamın temel dinamiği iken bunun karşısında bir radikal duruş olan “intihar” ayıplanan ve ahlaki,dini ve sosyal olarak dışsallanan bir irade biçimi olarak kabul ediliyor. Pek çok ülkenin yasasında ihtiharda başarısız olanlara “kamu malına zarar” vesilesi ile dava açılması hükmü olması da kamuda bireyin tam olarak nasıl algılandığının da basit bir matematiksel gösterimi. Kamu ve hukukun da ne denli soyut olduğunu ve somutlar üzerinde nasıl yaptırımlara sahip olabildiği ise derinlemesine düşünülmesi gereken bir hadise…

Hayatın Akışına Radikal Bir Direniş Olarak: Hiç Olabilmek

Yaşamak veya hayatta olmak kavramı düşünebilmek, hissedebilmek, hareket etmek ve bunların hepsini varoluşunun özgün biçimleriyle eyleme dökebilmek diyebiliriz. Peki kişisel tercihlerimiz ve hareketlerimiz makro ve mikro pek çok iktidar alanı tarafından yönetiliyorsa o halde özgür bir iradeden bahsedebilir miyiz? Peki hayatta olmanın bu göstergelerini özgür iradeden bağımsız genel kanılarla veya genel iktidar dışı diğer iktidar adayı kanıların kalıplarıyla eyleme döküyorsak yaşamın bize ait olduğunu söyleyebilir miyiz? O halde insanın bedensel veya mental olarak iki tip intiharından bahsedebiliriz. Bedensel intihar hayatın akış yönünü topyekün değiştirebilecek kadar sistemin karşıtıysa , mental bir intihar hali o akışı daha da besleyen ve güçlendiren bir sistem destekçiliğidir. Bu akışı güçlendirmek iktidarlar için zaruriyse bunu yaratmak için iktidarlar eğitim, akıl ve ahlaklılık gibi kavramlarla insanı inşa edebilecekleri bir profil tariflemek ve bunun tüm kurumlarını inşa etmek zorundadır.

Çağdaşımız insan profili sırası ile aile, eğitim, akademi ve kurumsal iş yaşantısı ile sırası ile hedefler koyulan ve beklentilerle yönlendirilen sonucunda da ekonomik hayaller peşinde koşup ölümü biriktirdiği eşyalarla dolu bir hanede bekleyen bir et parçasından ibarettir. “Düşünce” veya “hayal” dediği her şeyini, kişinin hayatından ekonomik aktivite ile ilgili olan her parça olmaksızın düşündürüldüğünde  yok olan bir programlanmış makineden farksızdır. Bu sürekliliğin karşısında bir şey olmak isteyen bireye karşı hiçbir şey olmak isteyen birey yapıbozumcu bir çarpışma biçimi olarak sunulabilir. Bu bir şey olma çabası içinde olup da hiçbir şey olmak zorunda kalmış bir biçimin sunulmasından başka bir anlam taşımazsa sonuç da anlamsızlaşır. Öyle ki hiçbir şey olmak bir şey olmak için savaşıp kaybetmek  değil insanın bin yıllardır sırtını döndüğü doğasını yaşamak için gösterilen bir irade biçimi olarak sunulduğu anda başlayan bu çarpışma modern insan için yaşamın kıymetine değil her daim deliliğe bağlanan bir fikri serüvenin hem sebebi hem sonucu olarak karşımızda durur. Bu klasik bir kolaycıılık hastalığından öteye gitmeyen, ideolojilerin(en devrimcilerinin dahil) ve dinlerin tümünde  varolan ahlak algılarını çökertecek pasif ama militan bir direniş karşısında silahsız kalmasına sebep olan devrimci bir tavıralıştır. Kurumlar ve iktidarlar ezberlediği muhalefet biçimleri dışındaki tavır biçimlerine karşı daha öfkelilerdir ama çok daha da silahsızlardır. Konumlarını korumak için daha çok öfke biriktirirlerken daha fazla da korku biriktirirler. İnsanın doğasının parçası olma çabası iktidarları, mikro iktidarları ve alternatif sistem öneren iktidar adaylarının hepsinin karşısına dikilen bir anıt gibi durur. Birbirlerinden temelden farklı olsalar da bu biçimdeki bir tavra karşı korkuları tamamen aynılaşır, alışılmamış bu düşmana karşı tavırları bile ortaklaşabilir.

 Hemen her kurum ve soyut iktidarı üreten yapılar(ideolojiler) kendisine benzemeyeni ahlaki olarak sınarken silahsız kaldığı anda delilik kavramını gündeme getirmek gibi halihazırda ortak bir biçime sahiptir, çünkü her biri kendi iktidarını üzerinde büyüteceği üretici bireylere aynı şekilde ihtiyaç duyarlar, bireye ekonomik yaklaşırlar ve bu kabulün reddiyesinde kişinin kendi yolunu açma biçimini ahlaki olarak sınarlar. Delilik sistemlerin ve ideoloji mahdumlarının tümü için psikolojik bir rahatsızlık anlamında değil esasen genel yasa ve ahlakın parçası olamama anlamında kullanılır, kurumsaldır. Deliler tarihin tüm propaganda biçimine karşı bağışıklık sahibidir. Özellikle tarihin son birkaç yüz yılında yani iktisat çağında her sistemin mahdumları kendi savunusunun güzelliğini belirtmek için büyük anlatılarına eğitim ve iş imkanlarının artırılacağından başlar, bölüşüm teorilerine kadar taşır; ta ki istediğinin bu yapaylık değil kendi özüne dönüş ve hiçbir şeye sahip olmamak olduğunu belirten özne karşısına gelinceye kadar binlerce mikro iktidar kuramını sunar, kendi ahlakını ve kendi doğrularını savunur. Hiçbir şey olmak isteyen bireyin hayat tahayyülünün yerine koyacak özgün bir önerisi kalmaz. Çünkü iktidar sahipleri veya adayları en küçüğünden en büyüğüne bireyin özgür-iradi ne isteyebileceği ile değil tarihleri boyunca ona şartlanmış hayat akışında ne isteyebileceğiyle ilgilenmiştir. Bu yüzden özellikle entelektüel alanda hiçbir şeylerin gücü arttıkça tarihin bir şey olanları ve onların soyut ve somut efendileri daha çok klinik, daha çok hapishane, daha çok okul ve daha çok idam tezgahı kurmak noktasında birleşmişlerdir. Ekonomik ve statü hayatının dışına çıkanları ve kendi varoluşu doğrultusunda yaşamaya çalışanları şizofren ve deli diye kliniklere, bu konuda inatçı olanları hain diye hapishanelere, herkes bir şey olmak için hedef sahibi olsun diye bireyi ıslah etmek için okullara ve en sonunda kendi sistem güçlerini ispatlayıp yıkılamaz izlenimi vermek için idam sehpalarına ihtiyaçlarının olması şaşırılası değildir. Çünkü hiçbir şey olmak istemek egemenlerin rahatını kaçırmak için atılacak en radikal adımdır ve egemenler rahatlarının sürekliliği için iktidarlarının sürekliliğine hizmet ederler. Bir sınıf veya kişi veya komite asla iktidarın sahibi olmaz, iktidar ancak onun veya onların sahibi olabilir ve ona veya onlara hükmedebilir.

 

Yokolmak Yerine Hiçbir şey Olmanın Sürekliliği: Üç İntiharın Övgüsü

Hiçbir şey olmayı tercih etmek çabası başarısızlık öyküsü değil aksine bir başarı öyküsüdür. Hayatın anlamını çözebilmiş ve soyut yapıları en iyi yıkabilmiş bireyler hiçbir şey olmayı en iyi başarabilmiş bireylerdir. Ki “Tıpkı sözcükler gibi saatler de duyurmaktan çok buyurmayı hedefler” diyen Ulus Baker’den hareketle özellikle zaman kavramının kendiliğindenciliğinin karşısında yaşamını iradi sonlandırmak “saatlerin buyurganlığını” yıkar, tüm sistemlerin üzerindeki zamanın planlarını altüst edebilir. Bu anlamda hiçbir şey olmanın birinci basamağı sistemin tüm silahlarını etkisizleştirmek ise diğer basamağı da kendisini bir iktidarın parçası veya destekleyicisi haline dönüştürmemektir. Yani mikro bir iktidar alanı yaratmamak veya iktidar sahibi olma çabası taşımamak hiçbir şey de olmaktır.

Modern dönem felsefenin öncülerinden ve tüm sistem mahdumları için “tehlikelilerinden” Albert Camus’un “Sisifos Söyleni” eserinde temel olarak intiharı incelediğini neredeyse hepimiz biliriz. Varoluş sorunları öne koyarken intihar denklemi kurması da pek çok insan için kitabın pesimistik bir algıyla yazılmış olması gibi bir kabul içerir. Ben aksi fikirdeyim. Albert Camus her ne kadar varoluş yükünü tırmandırsa bile kitabında her zaman bir umut ışığı vardır. Sisifos’un eziyetli hayatına rağmen sürekli aynı işi tekrarlaması ve vazgeçmemesi bile bence kitabın ilhamı olarak insanın problemli yapısına rağmen yaşama bir övgü biçimi olarak sunuluyor fikrindeyim. Bu yüzden tersine optimist bir tutum sahibi olduğunu iddia edebiliyorum. Albert Camus’un bu yazınını bence bir felsefi intihar biçimi olarak kabul etmemiz olasıdır. Bu anlamda felsefe sahnesinden geçmiş öncülleri için de bir saygı duruşu olarak anlamlandırmak ve intiharı ve yaşamı aynı anda olumlamak anlamı taşıdığını da belirtmek gereklidir.

Diğer bir biçim olarak “V” ya da Virginia Woolf’un intiharının da selamlanması gerekiyor. “Feminist edebiyat”ın hatta felsefenin ve kadınların entelektüel sahnedeki en dirençli temsiliyetinin anlamını bünyesinde barındıran V,  intiharı ile bütün bu inşa ettiği sistem açısından aykırılığı(deliliği) yerle yeksan etmiştir denilemez. Aksine kendi varoluşunu sistemin karşısına ömrü boyunca bir tavır olarak diktiği gibi, dik duruşunu eti anlamında yitireceği ve kendisi dışında bir iradeye bağlı olarak yaşamak zorunda kalacağı anlamıyla yüzleştiği anda hayatın sindirilmiş-yaşlanmış bir V profili sistem için “bir şey olmuş birey şevkati” propagandası aracı olacağından yahut güçsüz bir gerçeklik arayışı ile sevdiği adamdan tüm insanlara kadar sunmak istememesinden ötürü kendi hayatına son verip, aykırılığını ve iktidarlar için korkunç silüetini büyütmüştür denilebilir. Özellikle mektubundaki “mutluluk” vurgusu hayata açtığı o gediklerin yanında gidiş biçiminin de hayatı gibi yaşama açılmış bir gedik paralelliği taşımasındandır sanırım.

“Sevgilim,

Yeniden delirmekte olduğumdan şüphem yok: Böyle korkunç bir dönemi bir kez daha kaldıramayacağımızı hissediyorum. Aynı zamanda, bu kez toparlanmayı başaramayacağımı da seziyorum. Yeniden sesler işitmeye başladım ve dikkatimi toplayamıyorum.

Bu durumda bana en doğru görünen şeyi yapıyorum. Bana olabilecek en büyük mutluluğu yaşattın. Benim için başka kimsenin olamayacağı insan oldun. İki varlığın bu korkunç hastalık gelene kadar olduğumuzdan daha mutlu olabileceğini sanmıyorum. Daha fazla mücadele edemeyeceğim. Senin hayatını da ziyan ettiğimi biliyorum. Ben olmasam çalışabilirdin. Çalışacaksın da, biliyorum.

Görüyorsun, doğru dürüst yazmayı bile başaramıyorum. Okuyamıyorum. Söylemek istediğim, hayattaki tüm mutluluğumu sana borçlu olduğum. Bana karşı her zaman tam bir sabır timsali oldun ve inanılmaz iyiydin. Sana bunları söylememe gerek yok — herkes biliyor zaten.

Beni kurtarabilecek biri olsaydı, o sen olurdun. Hiçbir şeyden senin iyiliğinden olduğu kadar emin olmadım. Hayatını ziyan etmeye daha fazla devam edemem. Kimselerin bizden daha mutlu olabileceğini sanmıyorum.

V.”

Ulus Baker’in Gilles Deleuze’un tam da bu yazının kaleme alındığı gün yıldönümü olan 4 Kasım 1995’deki intiharı anısına değil anısı olarak yorumladığı intihar da hem anısına değil anısı olması biçiminden bir iradeyi temsil eder hem de “İktidar yaşamı hedef aldığında hayat iktidara karşı direniş olur”  diyerek hayat anlamının altını çizmiş bir Filozofun hayatı yüceltme biçimi olarak intihar iradesi göstermesini barındırır. Yaşamın bir övgü biçimi olarak intiharı sunmak bir paradoks değil aslında aynı düzlemdeki bir sürekliliktir. Şöyle ki hayat hiçbir şey olanlar için yani yıkıcı bir şekilde duranlar için sürdürülebilirliğini yitirince hayata teslim olmaktansa direnişi sürekli kılmak için onun takviminin kendiliğindenciliğini yıkıp kendi takvimini hayata dayatmak da bir sistem silahsızlaştırma yöntemidir. Fazla ekleyecek bir şey bırakmayacak şekilde yazılmış Ulus Baker’in Deleuze’un intiharı üzerine yazdığı yazıyla sanırım bu direniş anıtını ve yokolmanın yerine hiçliği seçme iradesini selamlamamızı tamamlayalım.

“İnsanlar yatakta ölmek, yani sözgelimi bir uçak kazasında infilak ederek, bir binanın bilmem kaçıncı katından atlayarak, ya da sessizce, siyanürle değil, yakınları diye düşündükleri bir yığın insanın gözlerinin içine, güçten düşmüş ışıksız gözleriyle boşuna sabit bakmaya çalışarak ölmek istiyorlarsa bunun derinde yatan nedeni geriye bir şeyler, ufak tefek, hatırlanması zor, silik ve sitemkâr anılar bırakmak değildir yalnızca. İntiharın ya da kazanın çok fazla sayıda meraklıyı ve daha da kötüsü görevliyi etrafa toplayacağı bilinir: Polis, doktorlar, savcılar, gazeteciler, itfaiyeciler, rahat evlerinden çağrılarak palas pandıras oraya getirilen yakınlar, sevgililer… Ortam hiç de layık olduğunuz kadar sessiz değildir. Böyle ölmek, dünyadan sessizce çekilip gitmek olmadığı, olamayacağı için, bir taraftan pornografiye, öte taraftan da reklama dönüşür. Pornografi, bedenin ölmeden önceki, ölüm anındaki ve ölümden sonraki her görüntüsünü, aldığı biçimleri, tecavüzdeki çıplaklığı, adli tıp raporundaki ince ve ayrıntılı betimlemeleri, ertesi günün gazetelerinin ya da televizyon ekranlarının sunacağı dehşet görüntülerini kapsamaktadır: Yanmış, kanlar içinde betona yayılmış, yarı çıplak küvete büzülmüş duran, hareketsiz beden, belki de şimdiye kadar saklanmak, görünmemek istediğiniz herkesin eline verilmiş, orta malı olmuştur… Ne var ki, en yakınlarınızı çağırdığınız bir özel toplantı tarzında bile olsa yatakta ölmek, cesediniz üzerindeki denetiminizi size kolay kolay sağlamayacaktır: Mirasçılar, ağlayanlar, geride bıraktıklarınız… Hafiften bir suçlama, hiç değilse bir serzeniş, tedirgin bakışlında bir an sezmekten geri kalamayacağınız duygular arasına sızıvermiştir. Eğer, İvan İlyiç’in Ölümü’nde Tolstoy’un, bugün ise, daha ruhsuzca tıpçıların söylediği gibi, ölümden bir an önce gelen alan gerçekten büyük bir ferahlama, rahatlık, zihin açıklığı ve uyarılma zamanıysa bütün bu duyguların ömür boyu çevrenizdeki herkese dair biriktirdiğiniz izlenimlerin bütününü oluşturduklarını daha şimdiden düşünebilirsiniz. Bilin ki reklamsız ölmüyorsunuz: Pornografi ve reklam olarak ölüm, kendini ölmeye terk etmiş, ölmeye yatmış insanın tek mümkün davranış tarzıdır. Son anında bunu hisseden çoğu kişinin neden yataklarından fırlayıp kendini gücü yettiğince uzaklara taşımaya çabaladığının sırrı bunda yatıyor olsa gerek. Ölmek, böyle bir ortamda bir isyan olmalıdır ve yataktan fırlamalı, bedeninizde ve ruhunuzda kalan son kuvvetleri kullanmayı bilmelisiniz: Uzaktan ve yakından en sevdiğim düşünürlerden Gilles Deleuze, 4 Kasım 1995’te, uzun süredir çektiği akciğer kanserinin kendisini umutsuzca bağladığı yatağından güç bela, son güçleriyle kalkarak, alt katta ailesi ve yakınları bulunduğu halde, Fransızların deyimiyle “s’est défenestré”, “pencere-dışladı” kendini… Bu yazı onun anısına değil, onun anısıdır…”Ulus Baker

Hakan Küçük

 

 

 

 

0
Hala Evrimleşiyor muyuz? Selahattin Demirtaş’ın Savcılık İfadesi: Beni ancak halkım sorgulayabilir!

Yorum yapılmamış

No comments yet

Bir yanıt yazın