Varoluş Öyküleri 1- Varamamaya Övgü

Varoluş Öyküleri 1- Varamamaya Övgü

Gözlerini zor da olsa açabiliyordu. Dikdörtgen pek de düzgün sayılmayacak taşlarla döşenmiş yan yana iki arabanın geçemeyeceği kadar dar ve de virajlı yoldan yürüyordu. Hava kar yağacak kadar kudretli bir soğuğun tene değişiyle sert bir tokat gibi acımasızca hissediliyordu fakat yağan kar değil ince ve sık bir yağmurdu. Yolun bir tarafında yol ile aynı hizaya bacaları denk gelen yol seviyesinin aşağısında konumlanmış evler, diğer tarafında da yoldan yukarı konumlanmış ve yukarıda kalan çamur bahçeli evleri saklayan mevsimin soğuğuna rağmen acımasızca çıplak kalmış dikenlikler yükseliyordu. Evlerin bacalarından tüten kömür yüklü dumanlar sisle karışıp hem nefes almayı ağırlaştırıyor hem de görüş mesafesini kısaltıyordu. Sonuç olarak yürüyene arda kalan görmediği yahut parça parça algılayabildiği bir ulaşılmaza doğru ağır kokulu ve ciğer yakıcı bir iki ayak üzerinde sürüklenme haliydi. Bu mevsimde kuşlar da seslerini kısar herhangi bir yaşama istenci kalmazdı. Kentin bu kenar mahallesinde sessiz bir ölüm provası kararlılıkla oynanırdı.

 

Yürüme eyleminin zorluğuna karşı bu yılanı anımsatan yoldan inatla yürümeye devam ediyordu. Ara sıra altı su dolu taşlara basıyor ve üzerine sıçrayan bu çamurlu suya sessizce küfrediyordu. Yağmur yükünü hafifletmemişti, bu yüzden paltosunun şapkasını başına çekti ve sigara dumanı yoğunluğunda bir buharlaşmaya denk düşen bir nefes verdi. Oysa bu yola inmek için kullandığı daracık merdivenler sis bulutunun üzerinde kalıyordu daha soğuk olmasına karşın oradan nasılda ferah yürüyebilmişti. Cennetten dünyaya bir bebeğin atılışıydı  sanki bu iniş… Yola indikçe varolmanın ağırlığı artıyor ve yolun zeminine varıldığı an ise büyükçe bir yük insanın sırtına çöküyor gibiydi. “Soğuk aynı soğuk, hava aynı hava… Neden yukarıda ve aşağıda bu kadar farklılaşıyor ki? Düşman iki kardeş gibi çelişkili ve farklı! Aynı soğuk hava yukarıda bir yaşam canlılığı, aşağıda bir ölüm soğukluğu! Böyle bir yaratımı aynı anda nasıl tek bünye barındırabiliyor?” diye düşünürken lastikleri çamur içinde kırmızı bir kamyonun geçiş gürültüsü ile sustu iç sesi, hemen yolun kenarında bir biriket parçasının üzerine çıktı ve kamyonun geçişini izledi donuk bakışlarla. Doğuma da babasının ekmek teknesi böyle bir kırmızı kamyonla yetiştirilmişti ve annesine tek teması bir doğum acısı olmuştu. Annesi onu var etmek için yok olurken babası yine bu kırmızı kamyonla götürmüştü onu artık kadını olmayan o eve.

 

Ardından tekrar koyuldu yola. Sis bulutunun sonunda bulunulan yere çelişki gibi hayat dolu sesler duydu; cıvıl cıvıl çocuk sesleri… Hızlandı ve havaya rağmen top oynayan iki üç çocuk gördü. “İyi oyunlar genç adamlar” dedi, çocuklar şaşkınlıkla baktı bu orta yaşa ulaşmamış adam. Kentlerin yoksul mahallelerinde pek böyle nezaket barındırılan cümleler kurulmazdı. O da çocukken böylesi zamanlarda bu yollarda top oynar, kendilerine iyi bir sesle söylenen kişilere şaşkınlıkla bakardı. O zamanlar dünyanın bu mahalle kadar olduğunu düşünürdü. Karşısısında ona şaşkınlık ve korku karışımı gözlerle bakan bu çocuğu düşündü. “Bu mahallede iyi bir iki söz duydun mu bil ki birinin biriyle husumeti vardır da gelen hasmını soracaktır. Bu pek de yeni olmayan bir ağız arama yöntemi. Ben de böyle sebep olmuştum amcamın vurulmasına… Pek iyi şeyler yaşanmadı burada!” diye düşünüp anladı çocuğu. Cebinden bozuklukları çıkartıp verdi onlara rahatlasınlar diye. “Alın” dedi “Bir şeyler yersiniz, çikolata falan”. Çocuk tedirgin bir şekilde paraya uzanıp aldı, O da tedirginlikleri iyice dağılsın diye yürüyüşüne hiçbirşey olmamış gibi devam etti. Birkaç adım sonra duydu çocukların seslerini “Sadece senin değil lan o para pezevenk sakın cebine atma,bak hepimize verdi onu…” Dönüp bakmadı… Hayat yıllarca aynı seyrinde kalırdı kenar mahallelerde.

 

Biraz daha ileride üzerinde siyah ceketiyle oturan bir adama denk geldi. Sigarasından büyük bir nefes aldı, göz göze geldiler. “Merhaba” dedi usulca, o da “Sana da merhaba” diye karşılık verdi. “Bu soğukta üşümüyor musun? Gel az ileride bir kahvehane var; oturalım için ısınsın” dedi adama. Adam pek oralı olmadı, yüzünü buruşturup kırışıklıklarını biraz daha ortaya çıkardı. Temizce sakal traşı olmuş, bir Kuzey Afrika’lı gibi kavruk bir tene sahip, yorgunluğu hissedilse de ışıltılı gözleri olan bu adamı bu sırada iyice süzdü. “Yaşamı deneyimliyorum burada” dedi sigarasından bir nefes daha alırken, “Ve yaşamayı anlamak için acılardan yola çıkmamız lazım galiba. Acılar hayatın tadı, mazoşistlik falan değil… Ne kavramı oluşturduysak, yaşamdan bir o kadar kaçtık aslında insanlar olarak… Bak ben kaçmıyorum ve acı da çekecek olsam yaşamayı iliklerime kadar hissediyorum. Şu an soğuk yaşam, şu çamur üstüme sıçrayınca anlamlı ve sigara ciğerimi tükettiği kadar yaşamın bir parçası… Yoksa hepsi bir kelimeler yığını olarak kalacak, ne tatsız…”. “Ben pek sevmiyorum yaşamayı o halde, eğer yaşamak buysa!” diye cevap verdi sigara içen adama. “Yaşam bak bu yürüyüş gibi ve bir uçtan bir uca taşıyor beni ve bu devinimin acılarında değil kahkahalarında buldum yaşamayı!” “Kaç yaşındasın” diye sordu adam sigarasını yere atıp üzerine basarken. “30” diye cevap verdi. “Neden bu unutulmuş yerdesin?” diye sordu, “Geçici” diye cevapladı, “İyi bir iş bulunca taşınacağım buradan”. “Büyük bir iddia değil mi bu? Tam bir uyumsuzsun…” diye gülümsedi ve yeni sigarasını çıkarttı paketten, O’na doğru uzattı. Sigarayı alırken “Neden büyük bir iddiaymış. Herkes rahat yaşıyor da bize düşen burada doğup burada ölmek mi? Hem uyumsuz da neyin nesi!”diye hiddetlendi. Sigarasından sakin bir nefes alan adam bu duygu değişiminden hiç etkilenmemiş gibi gözüküyordu, sakince devam etti: ” Bir gün gelir , bu kez de bizim yaşamı taşımamız gerekir. Geleceğe dayanarak yaşarız :”yarın”,”ileride”,”iyi bir işim olunca”,”yaşlandıkça anlarsın”. Bu tutarsızlıklara hayran kalmamak elde değil, çünkü ne de olsa ölmek var işin içinde. Gene bir gün gelir, insan otuz yaşında olduğunu görür yada söyler. Gençliğini belirtir böylece. Ama aynı anda, zamana göre yerini de belirler. Zamanın içinde yerini alır. Geçmesi gerektiğini söylediği eğrinin belirli bir anındadır. Zamanın malıdır, içinin ürpertiyle dolması üzerine, en kötü düşmanı olarak görür onu. Yarını istiyordu hep, tüm benliğinin bundan kaçınması gerekirken, yarının gelmesini diliyordu. Etin bu başkaldırışı, uyumsuz budur işte.”(1) Çok üzerine gelindiğini hissettiği zamanlar genelde kaçardı çocukluğundan beri. Yine aynı dürtüyle karşılık verdi ve “Ben gidiyorum” deyip devam etti yürüyüşüne. Yaşamın kendisiyle yüzleşmişti hatta deneyimlemişti bir kahkahada değil bir acı sorgulamada. Gerçekten yaşam bu muydu?

 

Devam etti yürüyüşüne. Duyguları bile dondurabilecek bu soğuk, bir tenekeyi bile delebilecek bu yağmur yetmedi az önce konuşan o adamın sesinin kafasının içindeki yankısını susturmaya. Dönerken alt tarafta derenin gözüktüğü viraja geldiğinde duraksadı. Gördüğü yerin tam sınırında emekleyen bir adamı kollarından tutup kaldıran bir kadın gördü. Sevdiği kadın değil miydi o? Ne kadar da yaşlanmış gözüküyordu oysa. İki gün önce görmüştü onu evine kömür taşırken, “Kolay gelsin” demişti hatta sevdiği kadın yüzüne bakarak…. Utanmasa belki hal hatır soracaktı ama “Sağol” demişti sadece usulca sevdiği kadına. “İki günde bu kadar yaşlanır mı insan” dedi ve sonra sise yordu görüntüdeki bu anlamsız dönüşümü. Ne yapıyordu sahi bir bebek gibi emekleyen adamın yanında? Bu saçma sapan görüntü de neydi? Böylesi düşüncelerin içinde kaybolmadan adam doğruldu,ve bir yeni yetme gibi sendeleyerek yürüdü. Sonrasında az ilerilerindeki arabaya bindiler. Adam direksiyona oturdu ve süratle uzaklaştılar. Onlara doğru seslenecek oldu ama böylesi mahallelerde pek hoş karşılanmazdı bir erkeğin bir kadına uzaktan seslenmesi. Sevdiği kadını tanımadığı bir adamla görse de adamın anlamsız hareketleri ve kötü durumda olması onun kıskançlığını bastırıyor yerine merak duygusu artıyordu. Yola hızlı çıkışlarında da tanıdık olduğu bir acı his geliyor oturuyordu yüreğinin ortasına.

 

“Bu yürüyüşün sonu gelmeyecek bu soğukta galiba “dedi ve tünelin yakınındaki kahvehaneye girdi. İçerisi bu saatlerde birkaç kronik işsiz dışında bomboş olurdu. Deri görüntüsü verilmiş ve köşeleri soyulmuş bordo ve yeşilin en kötü tonlarıyla kaplanmış, çoğunun da oturulduğu bölme kopuk olarak duran ama sırt yaslanılan bölümlerinin sapa sağlamlığını gururla taşıyan düzensiz bir sandalye ağının arasında beş tane üzeri yeşil bir örtüyle kaplı masa vardı. İçeride açık bir televizyon kanalında gün boyu haberler gösterilir ve televizyonun hemen altında kahvehanenin ocak bölümünde buhar taşıyan gemiler gibi güzüken parlak ama eski çaydanlıklar içinde yaşlı Ali Amca dururdu. Sobayı yine tüm randımanı ile yakmıştı Ali amca. Böylesi mahallelerde kahvehane sahibi mahallenin muhtarından daha çok bilgi sahibi olurdu olan bitenden. Biraz ısındıktan sonra Ali Amca’ya sevdiği kadının yanındaki o enteresan hareketli adamı sorabilirdi içindeki sevgiyi çaktırmadan.

 

“Ali Amca, bir çay ile az sohbetini alayım. ” diye seslendi kahveciye. Kahveci “Neredesin lan kaç zamandır? Karınla çocuğun öldü öleli destek olalım diye seni aradık durduk ortada yoksun. İnsan bir gidiyorum demez mi? Ayıp kaç yaşına gelmişsin, saçların ağırmış gelip bir şey olmamış gibi konuşuyorsun birde!” dedi. Fırladı yerinden bu cümlelerin ardından… “Ne karısı ne çocuğu Ali Amca ne ölmesi!” dedi ve çöktü dizlerinin üzerine. “Kalk oğlum kalk! Şu merdivenlerden çık en baştan ikinci mezar karınla çocuğunun. Git bir mezarlarına da rahat uyusun garibanlar!” dedi kahveci ve kapıyı açtı. Kalktı ve kahvecinin dediği yoldan yürüdü anlamsızca. Bacakları yürüyüşe dayanamıyordu artık eline bir kalın sopa alıp baston gibi tüm ağırlığını üzerine verdi ve öyle çıkabildi son basamakları. Mezarları buldu, üzerlerinde ne bir isim ne bir çiçek. Yapayalnız çırılçıplak bir ölümü yansıtıyordu mezarların hali. Toprağında dokundu binlerce mermi kovanı geldi ellerine. Şaşkınlıkla elini kovanlarda gezdirdi, toprağı aradı toprak yoktu. Kimdi sahi karısı, çocuğu? neden aklında yoktu… Kovanları kazmak toprağı kazmaktan kolaydı ve açıp bakabilirdi tanımadığı ölülerine. Avuç avuç attı kovanları ve bir tabut içinde bir çift tabanca buldu, biri boş biri dolu… Yorgun gözleriyle dolu olanı bıraktı, boş olan silaha anlam veremedi. Aldı eline boş silahı ve kafasına dayadı. Bir intiharı andıran bu zararsız görüntüde ellerini farketmişti, buruş buruştu elleri… Silahı bırakıp ellerine baktı sonra uzaklara. Az önce durup aşağısında sevdiği kadını bir adamla gördüğü viraj orası değil miydi. Tam altındaki ev de pek tanıdıktı, sahi orada kavga etmemiş midi sevdiği kadınla evliliklerinden neredeyse otuz yıl sonra? Ağzından çıkan tehditlere dayanamayıp oğlu annesini alıp çıkmıştı evden, tam kapıda da takılıp düşmüştü. O kızgınlıkla bile “Tıpkı bebekliğin gibi sürünüyorsun ve öyle güzelsin hala benim koca oğlum” demişti içinden. “Gitmeyin , üzgünüm” diyememişti arkalarından, zaten dönerlerdi. İki saat sonra kapı çalmıştı, yaptığı yemekle ve bir adi şarapla özür dilemek için hazırlanmıştı zaten ve dönmüşlerdi işte. Gülümseyerek açtı kapıyı, Ali Amca idi gelen. “Oğlum” demişti “Oğlunla karın baraj yolunda… Başın sağolsun”…. “Keşke” dedi “Keşke gitmeyin deseydim arkalarından, yahut az önce yoldan gördüm ya onları, o zaman yüreğimin acımasını dinleyip, millet ne der diye düşünmeden seslenseydim arkalarından dururlar mıydı ki? Aynı anda iki yerde miydim yolsa ayrı zamanlarda aynı yerde miydim? Bu nasıl bir kargaşa! ” Yine dolu silahı bırakıp boşu aldı eline. Yaşam acıdan da geçse yaşamak duygusu ağır basıyordu. Sanki kendinden hesap soracakmış gibi, acılarını öldürecekmiş gibi suni bir intihar girişimiydi bu. Boş silahı kafasına dayadı, tetiğe parmağını getirdi ve ateş… Anlamadığı bir şekilde gözleri karardı. Bir, iki ve üç saniye…Kendini zorladı ve şimdi  gözlerini zor da olsa açabiliyordu. Dikdörtgen pek de düzgün sayılmayacak taşlarla döşenmiş yan yana iki arabanın geçemeyeceği kadar dar ve de virajlı yoldan yürüyordu. Hava kar yağacak kadar kudretli bir soğuğun tene değişiyle sert bir tokat gibi acımasızca hissediliyordu fakat yağan kar değil ince ve sık bir yağmurdu….

 

  (1) “Sisifos Söyleni” “Albert Camus”, çvr: Tahsin yüce Can Yayınları 2014 Haziran İstanbul sy:24

0
Kader, imtihan ve Özgür İrade Çıkmazı Ütopya

Yorum yapılmamış

No comments yet

Bir yanıt yazın