Sömürgeler: Köleliğin ve Irkçılığın Kısa Tarihi

Sömürgeler: Köleliğin ve Irkçılığın Kısa Tarihi

Bölüm 1: Kabaca Köleliğin Tarihsel Seyri

Hollanda ve Britanya burjuva devrimleri, muazzam bir toplumsal iktisadi gücü serbest bıraktı. Ortaçağ ekonomisi siyasi otoritenin boyunduruğu altındaydı. Haçlı Seferleri zamanının Batı Avrupası gibi geleneksel feodalizimde topladığı artığı şövalyelere, şatolara ve asillere özgü gösterişte akıtarak israf ediyordu. Devlet feodalizmi ise kraliyet ordularına, sınır boyu tahkimatlarına ve saray şatafatına gömüyordu artığı. 1906-1609’ da Hollanda’nın İspanya karşısında zafer kazanması ve 1637-1660’ ta parlamentonun İngiliz kralını alaşağı etmesi, piyasanın kar güdüsünün üretken yatırımlar aracılığıyla sermaye biriktirmeye hevesli eşraf ve tüccar sınıfının egemen olduğu yeni bir dünya kapısını aralamıştı.

17. yüzyılın ikinci yarısı Hollanda’ nın altın çağı idi. Topraklar ıslah ediliyor ve yeni tarım yöntemleri uygulanıyordu. Amsterdam’ın kuzeyindeki Zaanstreek bölgesinde, sanayi hizmet veren 128 rüzgar değirmeni vardı. Bir dizi ticaret üssü ile Hollanda’nın Güney Afrika, Hindistan ve Uzak Doğu ile bağlantısını sağlıyordu.

Gelişmenin hızı öylesine artmıştı ki ticari rekabet, 1652-1674 arasında Hollanda ile İngiltere arasında üç deniz savaşına yol açtı. Ta ki Fransa Kralı 14. Louis’e karşı koymak her ikisinin de çıkarına olduğunu anlayana kadar. İngiltere Hollanda çatışması devam etseydi, Hollanda mağlup olacaktı. Merkez üssü Britanya ile uzun süreli bir mücadeleyi kaldıramayacak kadar küçüktü.

Britanya tarihini, büyük bir ada olması zengin kaynaklara sahip olması ve dinamik bir kıtanın kenarında yer alması gerçeği şekillendiriyor. Britanya etrafındaki denizler hem savunma amaçlı bir hendek hem de ticareti kolaylaştıran bir otoban işlevi görüyor. 17. yy devrimi İngiltere coğrafyasında saklı olan ekonomik potansiyeli açığa çıkarttı. Deniz ticaretinin donanma gücünün ve denizaşırı imparatorluğun Britanya’yı küresel bir süper güç yapmaya yetecek kadar gelişmesini mümkün kıldı.

1650’ de 500.000 ton olan kömür üretimi 1800’ de 15 milyon tona yükseldi. Sanayinin büyüme hızı, 1710 – 1760 yılları arasında %0.7 iken 1780-1800 arasında %2’ ye çıktı. Şehirlerde yaşayan nüfusun oranı 1650 ile 1800 arasında %9’ dan ’ ye tırmandı.

Sanayi bu dönemin ancak sonuna doğru sıçrama yapabildi. 17. yy’ın sonlarında ve 18. yy boyunca sanayi üretiminin nerdeyse tamamı zanaatkarların küçük atölyelerde yaptıkları zanaat işlerinden oluşuyordu. Makineleşme ve fabrika üretimi 1800’ e gelindiğinde bile hala emekleme çağındaydı. Sermaye birikimi üretimin kontrolünden ziyade dağıtımla mübadelenin kontrolü aracılığıyla gerçekleşiyordu. 18. yy kapitalizmi tüccar kapitalizmiydi, henüz sanayi kapitalizmi değildi. Bunun en iyi ifadesi “üçlü ticaret” denilen şeydi.

Bölüm 2: Bir Tür Ticari Ürün Olarak İnsan Satılması

16. yy’ da emperyal ödüllerin en büyüğü Aztekler ile İnkaların kıymetli madenleriydi. 18. yy’ da Antiller’in şeker kamışı plantasyonları öne çıkmıştı. Her iki durumda da bir sorun vardı: Emek kıtlığı. Avrupalı ilk yerleşimcilerin silahları ve beraberinde taşıdıkları hastalıklar, Kuzey- Güney Amerika’ nın yerlilerinin neredeyse kökünü kurutmuştu. Ama bizzat yerleşimciler de tropik hastalıklar yüzünden yokolup gitmenin eşiğine gelmişti. Sıtmaya, sarıhummaya ve diğer tropik hastalıklara dirençli yeni bir iş gücüne ihtiyaç vardı. Çözüm, Batı Afrika’ dan köle getirmekti.

Londra, Bristol, Liverpool ve Glasgow’a şeker yetiştirmek, bu işe aracılık edenleri servete boğmak için milyonlarca Afrikalı köleleştirildi, gemilerle taşındı ve ölene kadar çalıştırıldı.

Hem sermaye yoğun hem de emek yoğun olan şeker üreti sınai üretimin ilk biçimlerinden biriydi. Afrikalı kölelerin ithalinin hızla artmasına ve Avrupalıların bağımlılık yaratan bir tadı olan şekere yönelik yeni hiç bitmeyecek gibi görünen talebini karşılamak için bu kölelerin emeğinin giderek daha da vahşice sömürülmesine yol açmıştır. Karayip çapındaki bu şeker patlamasının önderi olan Saint Domingue’deki Fransız kolonisi 1767’ den 63 bin ton şeker üretmiştir. Şeker üretimi kölelere yönelik neredeyse bitmez bir talebe sebep olmuştu. Saint Domingue’deki kölelerin sayısı 18. yy’ da 10 katına çıkıp 500 bine ulaşmıştır. Fransa’ da burjuvazinin ’ lik kısmından fazlası kölelerle ilişkili ticari faaliyete bağımlıydı. Fransız Aydınlanma düşünürleri böyle bir dönüşümün tam içinden yazmışlardı. Bu düşünürler yerli koloni halklarını soylu, vahşi mitleriyle idealleştirseler de köle emeğinin ekonomik can damarı umurlarında değildi. O zamanlar köleliğin ortadan kaldırılmasını savunan bazı hareketler olsa da Fransa da Amis Des  Noirs (Siyahların Dostları) köleliğin aşırıklarını kınasa da ırksal eşitlik temeline dayanan bir özgürlük savunusu gerçekten pek nadirdi. [1]

 17. yy’ ın sonu ve 19. yy’ ın başı arasında 12 milyon kadar Afrikalı Atlantik’i geçti. Bunlardan yaklaşık 1,5 milyonu yolculuk sırasında hayatını kaybetti. Bu insanları köle gemilerine tıka basa doldurup bu kayıpları olağan görmek, daha fazlasının hayatta kalmasını sağlayacak koşulları sağlamaktan daha karlıydı. Yolculuğu sağ salim atlatanlar için Antiller’ de hayat hiç de parlak değildi. Plantasyonlarda yetersiz beslenen, aşırı çalıştırılan ve kırbaçla disipline edilen köleler arasında ölüm oranı inanılmaz yüksekti.

Bu 12 milyon Afrikalı göçmenle karşılaştırıldığında yeni dünyaya yalnızca 2 milyon kadar Avrupalı göç etti. Buna karşın, 1820’ de beyaz nüfusu siyahların kabaca iki katıydı. Avrupalılar hayatta kalıp sayılarını arttırdılar, Afrikalıların ise payına ölüm düştü. [2]

Avrupalı tüccarların 1500’ den sonraki 300 yılda geliştirmiş oldukları en karmaşık uluslararası ticareti Afrikalı köle ticaretiydi. İşin içinde Hintli dokuma imalatçıları, Avrupalı imalatçılar, Afrikalı tüccarlar, Avrupalı gemi sahipleri, plantasyon sahipleri ayrıca kredi ve bankacılık kurumları yer alıyor ve artık üretimi paylaşıyorlardı. İnsan hayatının yoğun bir şekilde heba edilmesine ve olağanüstü ıstıraba sebep olmasına rağmen katıksız bir ticari bakış açısına göre akıl almaz ölçüde başarılıydı. Çok sayıda batı ekonomisinin en dinamik sektörü siyah köle ticaretiydi. [3]

Yeni dünyanın yerli halklarının soyunun kurutulması tarihte insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçlardan biriydi. Bir diğeri de köle ticaretiydi. İşlenen insanlık suçlarını meşru göstermek üzere kullanıma sokulan ırkçılık durumu daha da ağırlaştırıyordu.

Şu ya da bu biçimiyle ırkçılığa kapitalist toplumlarda rastlanabilir. Bunun üç nedeni vardır: Birincisi, artığın denetimi için rekabete tutuşan yönetici sınıfların bu mücadelelerinde arkalarından gelecek sıradan insanları harekete geçirme çabasıdır. Örneğin Haçlı Seferleri sırasında Ortadoğu’da soykırım, yağma ve fetih savaşlarını haklı göstermek için Müslümanlar kafir diye şeytanlaştırılmıştı. İkincisi, Kapitalist toplum sıradan insanları hayatta kalma mücadelesinde birbirine düşürür. Yönetici sınıf, insanların kendilerini sömürenlere karşı birleşmesi ihtimalini azaltan ayrışmaları besleyerek bu durumdan istifade eder. Örneğin Romalı soylular, yoksul yurttaşlara belli bazı ayrıcalıklar tanıyor, onları himaye ağlarına katıyorlardı. Bunu yaparken barbarlar denilen yabancılarla köleleri aşağılamaları teşvik ediliyordu. Üçüncüsü, emperyalizm kurbanlarının kültürel ya da ırksal açıdan daha değersiz gösterilmesi durumunda daha kolay haklı gösterilebilirdi. Emperyalizm böylece bir uygarlaştırma görevi olarak sunulabilir.

Bölüm 3: Irkçılığın Doğuşu

18. yy boyunca Avrupa sömürgelerinin hızla artması ve köle ticaretinin aynı ölçüde hızlı biçimde büyümesi ırkçı ideolojiyi yeniden biçimlendirip onun tarihsel önemini olduğundan fazla göstermekte kullanıldı. Yeni ırkçılık üçlü ticaret bağlamında geliştirildi. Gemilerle Batı Afrika’ ya taşınan ticaret malları siyah kölelerle değiş tokuş ediliyordu. Yerel şefler piyasanın ihtiyacını karşılayıp ithal edilen prestij mallarını alabilmek için köleleştirme savaşları veriyordu. Atlantik Okyanusu’nu aşan köleler, köle pazarlarında plantasyon sahiplerine satılıyordu. Gemiler şeker, tütün ve sonraları pamuk dolu olarak Avrupa’ ya dönüyordu.

Irkçılık yerli halkın daha değersiz olduğu gerekçesiyle sömürgelerin varlığını ve köleliği meşru gösteriyordu. En kötü durumda yalnızca ağır işleri yapabilecek insandan aşağı varlıklar olarak görülüyorlardı. En iyi durumda ise bunlar uygarlaşıp Hıristiyan olmak için yardıma ihtiyacı olan kara cahil ve geri kalmış insanlardı.

18. yy’ da bu çelişki İngilizlerin liman şehirlerindeki tüccar- kapitalist sınıfının zenginliği ile Atlantik’i aşıp Antiller’in plantasyonlarında ölesiye çalışanların sefaleti arasındaki tezatta görülüyordu. Ama burjuvazinin küresel hakimiyetini kurmasında ödenen beşeri bedel bundan ibaret değildi. Britanyalı yöneticiler sömürgelerden elde edilecek göz kamaştırıcı ödüllerin peşinde koşarken acımasızdılar. Güç dengesinin aleyhlerine bozulduğunu hisseden diğer yöneticiler dünya hakimiyeti yarışına katılmaya mecbur olduğunu hissettiler. Sonuçta Avrupa arka arkaya savaşa tutuldu ve Avrupa’nın savaşları giderek küreselleşti. [4]

Amerika Birleşik Devletleri’nde 1787 yılındaki anayasasının demokrasi ve eşitlikle en ufak bir ilgisi yoktu, Amerikan Devrimi toplumun çoğunluğunun hayatında hiçbir değişikliğe neden olmadı, iç savaşın nedeni siyahların köleliği değildi, İngiltere’ye karşı savaş ülkede daha fazla sömürü amacıyla egemenler tarafından çıkarıldı, Abraham Lincoln sadece pratik politik hesaplarla köleliğe cephe alabildi, 1. Dünya savaşına girmenin nedeni işçi ve sosyalist hareketin önüne geçmekti, 30’lu yıllarda hem Mussolini hem Hitler’in ırkçı politikalarına ciddi bir tepki gösterilmedi, 2. Dünya savaşına katılımın tek nedeni Pearl Harbour ile bizzat ülkeye yönelen tehditti, bu saldırıdan sonra Batı sahilinde yaşanan Japon sivillere adeta faşizm uygulandı, Japonya’ya atom bombası atıldığı zaman bu ülke teslim olmaya hazırdı, bu biliniyordu, saldırının anlamı Rusya ile Soğuk Savaşta ilk operasyon olmasıydı.[5]

1945’te Nazi deneyimi ve Nazi dehşeti sona erdi. Anti-semitizmi ne Hitler ne de Almanlar icat etmişti. Anti-semitizm uzun süredir, Avrupa dünyasının derin ırkçılığının Avrupa’daki en önemli iç ifadesi durumundaydı; modern versiyonu da en azından bir yüzyıldır Avrupa sahnesinde salgın haline gelmişti. 1900 yılı itibariyle bu açıdan Paris’i Berlin’le karşılaştıracak biri, Berlin’in bu açıdan daha kötü olduğunu düşünmezdi. Aktif anti-semitizm her yerde, İkinci Dünya Savaşı sırasında bile mevcuttu; ABD dahi bunun dışında değildi. Hitler’in Nihai Çözüm’ü kapitalist dünya ekonomisi içinde ırkçılığın manasını kesinlikle ıskalamıştır. Irkçılığın hedefi insanları dışlamak, hele hele imha etmek değildir. Irkçılığın hedefi insanları sistem içinde tutmak, ama ekonomik olarak sömürülebilecek ve siyasi günah keçileri olarak kullanılabilecek aşağı insanlar (Untermenschen) olarak tutmaktır. Nazizm’de olan, Fransızların derapage -gaf, savrulma, kontrol kaybı- diyecekleri bir şeydi. Belki de cin şişeden çıkmıştı. [6]

Bölüm 4: Afrika Açısından Köle Ticareti

Afrika kıtası oluğu gibi Batı Afrika’ nın büyük bölümleri 15. Yy’ ın sonlarına kadar Avrasya tarihinden büyük ölçüde izole olmuş durumdaydılar. Portekizlilerin gelişi durumu değiştirmişti ama ilk Avrupalıların yaptığı etki çok sınırlı kalmıştı. Afrikalı reisliklerin ve devletlerin yaklaşık 100 kişi taşıyabilen ve yüksek bordalı Portekiz gemilerine rampa etmeleri zor olsa da bölgede bulunan bir avuç Avrupa gemisine karşı önemli ölçüde direnme gücüne sahip gemilerden oluşan sahil donanmaları bulunuyordu. Portekizlilerin 1446 1447 ve daha sonra 1535’ te fetih çalışmaları tamamen başarısız olmuştu. Bu yüzden Afrikalılar kıyı ticaretini kendi hakimiyetleri altında tuttular ve Portekizliler yerel liderlere hediye ve haraç gönderip onlarla ticaret yapmalarına izin veren anlaşmalar yapmalarını daha uygun buldular. Hükümdarlar genellikle kendi satın alacakları şeylerin özel fiyatlara verilmesinde ısrar ediyor ve bunlar kabul edildiği zaman genel ticaretin başlamasından memnun kalıyorlardı. Hem Kastilyalıların hem İngilizlerin kendi zararlarına olduğunu öğrenmiş oldukları sahillerde akınlar yapması sadece ticarete zarar veriyordu. Az sayıda kale ve ticaret üssü kurulmuştu ama tropiklerde bunların varlığını bile sürdürmek zordu. Yüzyıllar boyunca bir tek küçük koloni kuruldu. Angola’daki Portekiz ticaret üssü ticari bir anlaşmazlığın ardından 1579’ da büyütülüp bir sahil kolonisi haline getirildi. Sadece bu bile neredeyse bütün askerleri temin eden rakip Kongo hükümdarıyla ittifak halinde yapılabilmişti.

Afrika sahilleri boyunca gelişen ticaretin şartlarını büyük ölçüde Afrikalılar belirliyordu. Önemli şeylerin büyük bölümünü kendileri üretiyor oldukları için Avrupalılardan sadece belli ürün çeşitlerini istiyorlardı. ( birkaç ıvır zıvır ve adi mal ile köle satın alındığı tamamen Avrupalıların uydurduğu bir şehir efsanesidir.) 17. yy’ın sonlarına gelindiğinde Senegambia’da her yıl 150 ton demir ihraç ediliyordu ama bu miktar bölgede kullanılan toplam demirin sadece yaklaşık ’ unu oluşturuyordu. Geri kalanı yerel olarak üretiliyordu ve Avrupa ürününden daha kaliteliydi. 17. Yy başlarında Doğu Kongo bölgesi 90 bin metre kumaş ihraç etmekteydi. Bu miktar Hollanda’nın toplam ihracatıyla aynıydı. Kaliteleri düşük ve istedikleri şekilde değilse Avrupa malları kabul edilmiyor ve geri gönderiliyordu. Afrika, Avrupa’ ya ihracat yapıyor, üretim anlamında ürünlerinin kalitelerini geliştiriyordu.

Avrupa için ise Afrika ile yapılan ticaretin merkezi köle satın almaktı. Kölelik Afrika’ da uzun zamandan beri vardı; kısmen alışılmadık bir şekilde toprak mülkiyetinin bulunmamasından toprağı değil ama insanlara sahip olunarak vergilendirilen bir sosyal sistem vardı. Köylüler toprağı işleme ve elde edilen ürüne sahip olma hakkını taşıyordu ama toprağı satma hakları yoktu. Bu yüzden zenginliğe giden anayolu köle sahipliği oluşturuyordu. Kölelerin ana kaynağı savaştı ve sonuç olarak sahilde satılma aşamasına kadar köle ticareti tamamen Afrikalıların elindeydi.

17. yy’ın ortasına kadar Avrupa’nın etkisi Afrika’ da köle talebini büyük ölçüde yaygınlaştırmak ve arttırmak oldu. Birçok yer Avrupalıların köle talebine karşı koydu. Bazı gruplar o kadar şiddetli karşı koymuşlardı ki Avrupalılar onları köle yapmaktan vazgeçtiler. Afrika’daki durumu iki faktör radikal bir biçimde değiştirdi. Öncelikle 18. yy’ın başından itibaren Avrupalıların köle talebinin olağanüstü oranda artması ikinci olarak da 17. yy’ın ortasından itibaren fitilli tüfekler yerine çakmaklı tüfek satmaları. [7]

Afrika’ da başlamış olan bu sömürgecilik hareketleri, Almanya ve Bismarck üzerinde bile etkisiz kalmadı. Bismarck, 1882 ilkbaharında yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Ben başbakan olduğum sürece bir sömürgecilik politikası söz konusu olamaz. Bizim öyle denizlere açılacak bir donanmamız yok. Uzak kıtalarda bir savaş halinde Fransızların eline geçecek olan topraklara da sahip olamayız.”[8]

Fakat Bismarck özellikle Alman tüccarlardan gelen baskılar karşısında 1883 baharında fikrini değiştirdi. 1883-84 kışında Gine Körfezi’ ne bir kuruvazör göndererek Kamerun kıyılarında bir inceleme yaptırdı. Fakat Almanya’ nın asıl ilgisini çeken Güneybatı Afrika oldu. Bazı Alman tüccarları daha 1842’ de bu topraklara gelmişler ve ticari tesisler kurmuşlardı. Bu tüccarlardan Lüderitz 1883’ te Bantularla bir anlaşma yaparak onlar üzerinde bir çeşit himaye kurdu. Bundan yararlanan Bismarck Güneybatı Alman Afrikası adını alacak bu topraklara 1884’ te Alman himayesine aldığını ilan etti. Yine 1884’ te Almanya; Kamerun’ u, Togo’yu ve Zengibar Sultanlığı’ nı himayeleri altına aldı. 1 Temmuz 1890’ da İngiltere ile yaptığı anlaşmayla Zengibar’ı İngiltere’ ye devredip Tanganyika üzerindeki egemenliğini bu devlete tanıttı.[9]

Rapor

Plantasyon köleliği Hollanda ve İngiltere’ nin kapitalist gelişmeye zaten başlamış olmalarının bir ürünüydü.Ama ayrıca kapitalizme itici bir güç vererek onu besledi. Bunu yaparken kölelik kapitalizmin içinde olgunlaştığı dünya sisteminin biçimlenmesinde önemli bir rol oynadı. İngiltere’ ye 18. yy’ın ikinci yarısında İskoçya’yı yutması ve doğu Hindistan şirketinin Bengal’i fethetmesiyle Doğu’ da yeni bir imparatorluk yaratması için ihtiyaç duyduğu itici gücü verdi.[10] Diğer taraftan Fransa’ nın ve Portekiz’ in Amerika kıtasında Afrikalı köleler ile kurduğu üretim tesisleri Avrupa için Doğu pazarına ve kendi iç pazarına süreceği ürünün hem maliyetini düşürüyor hem de kalitesini ve miktarını arttırıyordu. Buradan hareketle kölelik sisteminin Avrupa ve Afrika arası bir ticari sistem olarak dünyadan yalıtılmış olduğunu kabul edemeyiz. Avrupa ekonomisini Afrika emeğini sömürerek geliştirirken aynı zamanda diğer pazarlara da mal girdisiyle kıymetli ürünleri Doğu’ dan Avrupa merkezine çekmiş oluyordu. Kıtalar arası ekonomik farklılıkların büyüklüklerinin gelişmesi süreci Avrupa’nın Sanayi Devrimi’ ni tamamlamış olmasının yanı sıra “bedava emek arzının da” tekelinde olmasından kaynaklanıyordu.

Diğer yandan siyasi hayatta ekonomik ilişkilerin kurduğu hiyerarşik üretim ilişkileri sosyal yönden kendini dayatıyordu. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ ne kadar yasal statüde siyahlar ve beyazlar eşit şartlara sahip değillerdi. Beyannamenin ardından da yasa önünde statüler eşit olsa da kültürel anlamda sıkıntıların tam olarak bugün bile aşılamadığını gözlemleyebiliriz. Yüzlerce yıl siyahların beyazları zenginleştirmek için varolduğunu ifade eden siyasi ve ekonomik gücün yarattığı kültür pek tabii ki çok kısa bir sürede yıkılması zor bir algıyı beraberinde getirdi. 17. yy civarı Mathhew Dyer imzalı bir ilanda “Siyahlar ya da köpekler için gümüş asma kilitler, tasmalar” yapıldığı bildiriliyordu. İngiliz hanımlar ya evcil kuzuları ya evcil köpekleri ya da evcil siyahları ile poz veriyordu. (Görseller için[11]) Bu durum dönemin aristokratları arasında köleleri ile kurdukları iyi ilişkiler değil sahip oldukları kölelerin onların sosyal statüsünü arttırmaları ile ilgili değerlendirilebilir. Afrikalı kölelik ile ırkçılık birbiriyle tamamen ilişkili, birbirinin sebebi ve sonucu olarak tırmandırılan ve büyük sermaye birikimine yol açan insanlık suçları bütünü olarak değerlendirilebilir. Halihazırda İnsan Hakları Beyannamesi ile kölelik ve ırkçılık insanlık suçu olarak kabul edilmektedir. Albatrosu hepimiz vurduk, hepimizin boynunda asılı.

                                                                                                                                                Amine İlayda CANBULUT

Kaynakça:

[1] Susan Buck-Morss, Hegel Haiti ve Evrensel Tarih, Metis Yayınevi, İstanbul 2013 sf. 41

[2] Neil Faulkner, Marksist Dünya Tarihi, Yordam Kitap, istanbul 2014, sf. 159

[3] Clive Ponting, Yeni Bir Bakış Açısıyla Dünya Tarihi, Alfa Yayınevi, İstanbul 2011,

[4] Neil Faulkner, Marksist Dünya Tarihi, Yordam Kitap, istanbul 2014 sf. 158-161

[5] Howard  Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halkları Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara 2005

[6] Immanuel Wallerstein, Amerikan Gücünün Gerileyişi, Metis Yayınları, İstanbul 2003, sf. 74-75

[7] Clive Ponting, Yeni bir Bakış Açısıyla Dünya Tarihi, Alfa Yayınevi, İstanbul 2011, sf. 486

[8] Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Timaş Yayınevi, İstanbul 2014, sf. 417

[9] Age, sf. 417

[10] Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Yordam Kitap, İstanbul 2009

[11] Susan Buck-Morss, Hegel Haiti ve Evrensel Tarih, Metis Yayınevi, İstanbul 2013, sf.42-43

0
Ölü Lozanlar Derneği Ruşen Çakır’dan İddialara Cevap: Boşuna uğraşmayın, benden “Kürt düşmanı” çıkaramazsınız

Yorum yapılmamış

No comments yet

Bir yanıt yazın